Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten de kesilmiştik. Zırhlıları, Tümenleri ve Alayları ile 1. Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul'un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimde idi.
Nihayet Rumca Gazetelerde ilk rivayetler çıktı. Biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan Ordusu'nun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk!..
Türk Ordusu'nun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbi'nde Plevne, 1912 Harbi'nde Edirne, sonra da Çanakkale idi.*****Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleri ile yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
– Taarruz çökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?
Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…*****Akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir ağustos akşamı… Köpüklü, uyanık, neşeli bir deniz. Güverte tıka basa dolu… Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı. Kimseye sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevr Antlaşması'ndan daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bütün karargahı ile beraber esir olmuş…
Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.
Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdi. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı. Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geldi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.*****Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargahı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikupis esir olmuş!..
Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan Ordusu'nu yok etmişiz ve İzmir'e iniyormuşuz…
Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal… Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim…Falih Rıfkı Atay'ın büyük eseri “Çankaya”dan alıntıdır.
Nihayet Rumca Gazetelerde ilk rivayetler çıktı. Biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan Ordusu'nun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk!..
Türk Ordusu'nun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 Harbi'nde Plevne, 1912 Harbi'nde Edirne, sonra da Çanakkale idi.*****Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleri ile yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk.
– Taarruz çökmüş olsa, bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa bir başarıyı, halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir edebiyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?
Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…*****Akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir ağustos akşamı… Köpüklü, uyanık, neşeli bir deniz. Güverte tıka basa dolu… Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı. Kimseye sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevr Antlaşması'ndan daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bütün karargahı ile beraber esir olmuş…
Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.
Türkleri Büyükada Yat Kulübü'nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdi. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı. Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geldi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.*****Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargahı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikupis esir olmuş!..
Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan Ordusu'nu yok etmişiz ve İzmir'e iniyormuşuz…
Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal… Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim…Falih Rıfkı Atay'ın büyük eseri “Çankaya”dan alıntıdır.