Demirköy ‘ de yiz o zamanlar daha. Nurgül ile birlikte, küçüğüz, fakiriz ama inadına mutlu çocuklarız. Basit şeylerle mutlu olabilmeyi öğretmiş ana / babamız bizlere o zamanlar.
Demirköy de, Demirköy ama o zamanlar! Kış aylarında öyle bir kar yağardı ki; babam okula kadar bizi sırtında, elimizden tutarak ve mutlaka yanımızda gidip, gelerek okula taşırdı. Adam boyunca kar yağar, ucuz ve kalitesiz lastik ayakkabılarımızın kaymasından dolayı da, ayakta durmakta zorlanır, yürürken patinaj çekerdik…
Aslına bakarsanız; Nurgül, ben ve Ali Şener olmak üzere 3 kardeştik! Ali Şener yeni doğduğunda, Ahmetbey ‘ den Demirkröy e henüz yeni taşınmıştık. Babam hastanede çalışıyordu ama annem henüz daha hastanede işe başlamamıştı. Dediğim gibiydi işte durum; fakir ama mutlu insanlardık biz. Bulduğumuz en ufak bir vesileyle de kocaman mutlulukları çoğaltırdık günümüzde…
Ali Şener doğduğunda; göbek bağı, eski ve kirli bir jilet ile kesilmiş meğer! Kısa bir zaman sonra da, kirli jilet ile kesilen göbek kısmından, enfeksiyon kapmıştı. Sağlık ocağında, babamın birlikte çalıştıkları doktora götürüldünde “göbeğinden enfeksiyon kaparak, tetanoz olmak üzere bu çocuk. Derhal Kırklareli Devlet Hastanesine götürülmeli. Orada tedavi imkanları çok daha iyi durumda. Buradaki imkanlar kısıtlı…” demişti doktor…
Mevsim kış. Dışarıda çatırtı var! Fırtına , yerden aldığı kar bulutlarını, yüzümüze çarpıyor. Değil Kırklareli ‘ ne gitmek, kapı önüne çıkmaya bile cesaret istiyor. (Kış aylarında, kar ile kapanan ve zaten bakımsız ve engebeli olan dağ yolları, aylarca kapalı kaldığından, kimsenin ilçeden çıkabilmesi mümkün olamaz ve bildiğiniz BEYAZ ESARET ile kardeş olurdunuz…
Böylö bir durumda, acilen il merkezine yetiştirilmesi gereken, imkanları kısıtlı, genç ve çaresiz birer ana / baba olduğunuzu düşünün! Eliniz kolunuz bağlı. Yapabileceğiniz tek şey ise ; ateşler içinde yanan el kadar bir yavrucağın başında oturup, AĞLAMAK…
Çok da uzun sürmedi zaten! Ali Şener i, birkaç gün kadar sonra Demirköy mezarlığına defnettik. El kadar bir bebeğin kaplayabileceği alan ne kadar olabilir ise o kadar bir mezara gömdük talihsizimizi…
Babam, o günden sonra da hep “Ali Şener’imiz i sağlık için götüremediğim Kırklareli Devlet Hastanesine tayin isteyeceğim. Bir HİÇ yüzünden kaybolup giden başka Ali Şener ler istemiyorum! Artık bütün hedefim budur” diyordu. Gözlerinden süzülerek, omuzlarından aşağı doğru akıp, giden göz yaşlarını, minicik ellerimizle siliyor ve teselli etmeye çalışıyorduk Nurgül ile… (Ne kadar teselli edilebilirse artık…)
Dedim ya; fakirdik. Mutluyduk ama. Yanı başımızdaki ormana giderek, annem ve Nurgül ile birlikte yaban fındığı, kızılcık ve erik filan toplardık. Çok neşeli ve tad veren eğlencelerdendi bunlar bizim için…
Babam, bir gün (muhacir Ayşe’nin evinde kiralık oturduğumuz dönemlerde) elindeki yavru bir ördek ile geldi eve. Çok da çirkin bir şeydi o! “Bu ne yahu?!” dedim. “Ördeeekkk!” dedi. “Bu nasıl bir ördek öyle? Çok çirkin bir şey bu!” dedim. “Bu bir Amerikan ördeği” dedi. İlk kez böyle bir şeyi gördüğüm için de, babamın alel acele yaptığı kümes içinde büyümesini neredeyse saat saat izlemeye almıştım…
Amerikan ördeğinin adına JOE dedik. Müthiş bir eğlence ve heyecan kaynağı olmuştu bize. Gece bile dışarı çıkarak, JOE ye bakıyorduk. Uzaktan da olsa seviyor ve onunla konuşuyorduk.
Bir süre sonra da, babam bu kez elindeki bir kutunun içinde, yeni bir arkadaş daha getirmişti bize! Bu, bildiğimiz bir şey idi. Yani, ormanda bulunup, geçirilen, yavru bir YABAN tavşanı idi…
JOE ‘ nin adını ben bulmuştum. Minik tavşanın adını koyma şansı Nurgül’e geçmişti. “Adı; SÜLO olsun!” dedi. Sülo oldu…
Aradan aylar geçti. Havalar soğuk. Babamın aldığı tek maaş ile yaşamaya ve kirada oturmaya çalışıyoruz. Bizim okul giderlerimiz de var hali ile. Tarlalardan, ormandan topladığımız yaban otları ile ısırgan otları ile annemin yaptığı çorba ve aşlarla karnımızı doyuruyoruz. Hiç şikayetimiz de olmuyor o durumdan. Hep söylüyorum ya işte; çok ama çok mutlu bir aileyiz biz…
Hafta sonu olmuştu. Aylardan ocak veya şubat. Bilindik kış, kıyamet günleri işte. Ormandan topladığımız kütükleri keserek, sobaya uygun hale getirmeye çalışan babama, çalı çırpı toplayarak, sobanın tutuşturulması görevini üstlenen Nurgül ile birlikte koşuşturuyorduk.
O sabah; belki de son zamanlarda yediğimiz en lezzetli yemeği yiyor ve bunun verdiği mutlulukla da, güzel bir sohbet yapıyorduk. Tam da o anda; yemeğini bitiren Nurgül, dışarı çıkarak, JOE ile SÜLO yu sevmek istemişti. Ama bir tuhaflık vardı sanki ortada! Koşarak içeri geldi ve yemeğini bitirmek üzere olan babama seslendi; “Baba! Kümese baktım. JOE ile SÜLO kafeste yoklardı! Bir şey mi oldu acaba?!” dedi.
Yemeğini bitiren ama hiç te oralı olmaz gibi görünen babam, Nurgül ‘ e bakmadan, oturduğu yerden seslendi; “Az önce yediğiniz yemeği beğendiniz mi?!” Nurgül ile birlikte “EVET” cevabını verince de, babam sözünü devam ettirdi: “Pekii o yemekte ne yediğinize hiç dikkat etmediniz mi?!” dedi.
Önce durumu anlamayan Nurgül ile birlikte, çaattt diye kavrayıverdik mevzuyu..! O çok leziz gelen ve beğendiğimiz yemekte biz, JOE ile SÜLO yu yemiştik..!
“Ama babaaa! İnsan hiç arkadaşını yer miii?!” diye kekeledi Nurgül. Ağlamaya başladı. Ben de ona eşlik ediyordum”
Yine istifini bozmadan hayat dersi vermeye devam eden babamın “Çocuklar; işte bir ördek ve tavşanı insanlar bu günler için yetiştirirler ve büyüdüklerinde de kesip, yerler. Yahni yaparlar. Çorba yaparlar…” dedi.
Biz o günden sonra Nurgül ile hayatımız boyunca hiç tavşan ve ördek eti yemedik..!